1915 yılında Osmanlı Ermenileri'nin yaşadığı trajedinin bir "soykırım" olduğu iddiasına karşı Türkiye'nin uluslararası alandaki en büyük dostu hep Yahudiler olagelmiştir. Çünkü Naziler'in gerçekleştirdiği gerçek bir soykırımın hedefi olmuş olan Yahudiler, gerçekte neyin "soykırım" olup olmadığını gayet iyi bilirler ve bu kavramın olur olmaz kullanımına karşı çıkarlar. "1915'te yaşanan olay bir soykırım değildir" tezini ısrarla savunan ve hatta bu nedenle Fransa'da yargılanıp mahkum edilen ünlü Musevi Amerikalı tarihçi Bernard Lewis örneğinde görüldüğü gibi...
ABD'nin ünlü düşünce dergisi Commentary de 2005'in son ayında yayımladığı bir makale ile Lewis'inkine yakın bir çizgi benimsedi. "20 Yüzyılın İlk Soykırımı mı?" başlığını taşıyan Guenter Lewy imzalı makale, nedense Türk medyasında pek yankı bulmadı. Ancak çok önemliydi.
Commentary hakkında kısa bir bilgi verelim: Sırf yorum ve araştırma yazılarına yer veren bu aylık dergi, ABD'deki en önemli fikri yayınlardan biri sayılıyor. İki önemli özelliği var: ABD'deki Musevi kuruluşlarının en önemlisi olan Amerikan Yahudi Komitesi (American Jewish Committee - AJC) tarafından finanse ediliyor ve "yeni-muhafazakar" (neo-conservative) çizgiyi temsil ediyor. Hatta bu çizginin en önemli platformlarından biri. Commentary için "neo-con Bible" (neo-conların Kutsal Kitabı) yakıştırması bile yapılıyor. (Aslında ilginçtir ki, AJC genel olarak sol/liberal eğilimli bir kuruluş, ama finanse ettiği Commentary özerk bir yayın ve sağ kanatta yer alıyor.)
İşte Türkiye'de çoğunlukla Irak Savaşı dolayısıyla anılan ve yine bu savaş nedeniyle çoğunlukla yerilen neo-conların bir özelliği, 1915 olayları ile ilgili Ermeni tezine pek sıcak bakmamaları. Guenter Lewy'nin makalesi, bunun iyi bir örneği.
Lewy'nin kendisi de önemli bir isim. Massachusetts Üniversitesi'nden emekli siyaset bilimi profesörü olan bu Musevi akademisyenin daha önce de Naziler'in Çingeneler'e karşı yürüttüğü katliam ve zulümler hakkında bir kitabı var. 1915 olayları ile ilgili The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide (Osmanlı Türkiyesi'nde Ermeni Katliamları: Tartışılan Bir Soykırım) adlı kitabı ise, Utah Üniversitesi tarafından 2005 yılında basılmış. Commentary'deki makale, bu kitabın küçük bir özeti niteliğinde.
Tehcir, soykırım mıydı?
Guenter Lewy, Commentary'deki makalesinde meseleye ortada büyük bir insani trajedi olduğunun inkar edilemezliği ile giriyor. Onun ifadesiyle "Osmanlı hükümetinin Ermeni erkek, kadın ve çocukları önceden haber vermeksizin yurtlarından çıkarıp dağlara ve çöllere yürüttüğü ve çok sayıda Ermeni'nin açlık ve hastalık sonucunda öldüğü veya öldürüldüğü" bir gerçek. Tartışma, bu "tehcir"in (göçürmenin) Osmanlı hükümetinin kasıtlı bir "imha etme planı"na karşılık gelip gelmediği sorusu üzerinde.
Lewy makalesi boyunca bu sorunun cevabının neden "hayır" olması gerektiğini anlatıyor. Vurguladığı noktalardan biri, hiç bir Osmanlı evrakında Ermenilerin yok edilmesine yönelik bir emre rastlanmamış olması. Bu konuda Ermeni tarihçilerin dayandığı kaynakların, örneğin Aram Andonian'ın kaleme aldığı ve Talat Paşa'ya atfedilen otuz ayrı telgraf içeren "Naim Bey'in Hatıraları" adlı 1920 basımı kitabın güvenilmez olduğunu vurguluyor. Lewy'in ifadesiyle, "bu kitap, sadece Türk tarihçiler değil, Osmanlı tarihiyle ilgilenen neredeyse tüm Batılı uzmanlar tarafından da bir sahtekarlık örneği olarak kabul ediliyor."
Tehcirin öncesi
Lewy'nin makalesinde yaptığı diğer bir önemli iş, 1915 olaylarının nasıl bir süreç sonucunda gerçekleştiğini açıklamak. Milliyetçi Ermeni çetesi Daşnak'ın Sultan Abdülhamid devrinde İmparatorluğa karşı ayaklanma başlattığını ve terör estirdiğini; 1908'de buna ara verse de I. Dünya Savaşı'nda Osmanlıların Rusya ile savaşmaya başlaması üzerine yeniden harekete geçtiğini; "Harbi Umumi" sırasında yaklaşık 25 bin Osmanlı vatandaşı Ermeni gerillanın Osmanlı ordusuna karşı savaştığını anlatıyor.
Lewy, Ermenilerin Nisan 1915'te Van'da çıkardıkları isyanda polis merkezlerine saldırıp Müslüman evlerini yaktıklarını, 20 bin kişilik Ermeni kuvvetinin şehre doğru ilerleyen Rus ordusu ile birleştiğini, ve tüm bunların Ermenileri Osmanlı hükümetinin gözünde beşinci kol haline getirdiğini ve bunun anlaşılabilirliğini vurguluyor.
Lewy, zaten 1919'daki Paris Barış Konferansı'nda da Ermeni temsilcisi Boghos Nubar'ın "Türklerin bize yaptığı, Müttefiklerin amacına gösterdiğimiz sarsılmaz bağlılıktır" dediğine işaret ediyor. Nubar, bunu derken Fransız ve İngiliz sempatisini kazanmaya çalışmış, ama tehcire neyin sebebiyet verdiğini de kabul etmiş oluyor.
Lewy'nin yorumu ise şu: "Bütün bunlar Türkler'in Ermenilere yaptığını haklı göstermese de, yaşanan insani trajedinin asla göz ardı edilemez tarihsel konteksini ortaya koyuyor."
Müslümanlar da öldü
Peki ama "Türklerin Ermenilere yaptığı" ne?
Bu, tek kelimeyle "tehcir", yani zorla göçürme. Doğu Anadolu'dan Suriye içlerine göçürülen bir milyon kadar Ermeni'nin yarısından fazlasının yolda öldüğü de bir gerçek. Ama bu ölümler bir "soykırım", yani kasıtlı imha sonucu mu?
Lewy bu soruya "hayır" yanıtını veriyor ve gerekçelerini sıralıyor:
1) Sürülen Ermenilerin çoğunun kıtlığa kurban gittiği biliniyor. Bunu anlatan tarihçilerin çoğunun görmezden geldiği gerçek ise, o sırada zaten tüm Anadolu'nun kıtlıkla pençeleştiği ve yüzbinlerce Müslüman'ın (Türk ve Kürt'ün) de açlıktan ve yetersiz beslenmeden öldüğü. Lewy, 1915 yılında ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Morgenthau'nun, imparatorluğun nüfusunun genel durumunun "feci" olduğu ve "her gün binlerce insanın açlıktan öldüğü" yönünde Washington'a geçtiği nota dikkat çekiyor. Osmanlı ordusundaki askerlerin de ciddi bir kıtlık ve sefalet yaşadığını vurgulayan Lewy'e göre, "Türk ordusundaki askerlerin bile besinsizlikten öldüğü bir ortamda sürülen Ermenilerin pek bir yiyecek bulamamış olması çok şaşırtıcı değil."
2) Sürülen Ermenilerin bir diğer büyük ölüm nedeni, salgın hastalıklar. Ancak bu da yine sadece Ermenileri değil, tüm Osmanlı ahalisini vurmuş olan bir felaket. Lewy, Osmanlı ordusundaki pek çok askerin kolera, dizanteri ve diğer hızlı yayılan salgınlar sonucunda yaşamını yitirdiğini, Danimarkalı misyoner Maria Jacobsen'in 24 Mayıs 1916 tarihli yazısına göre, sadece Malatya'da günde ortalama 100 askerin koleradan öldüğünü vurguluyor. Jacobsen 7 Şubat 1915'te ise şöyle yazmış:
"Askerler açlıktan, pislikten ve hastalıktan ölüyorlar. Çoğunun ayakkabısı ve çorabı bile yok, giysileri birer paçavra."
Lewy'nin verdiği rakamlara göre, Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı'nda cephede 244 bin asker kaybediyor. Buna ilave olarak, 68 bin kadar asker de, doğru-düzgün tıbbi müdahale ve yardım olmadığı için, cephe sonrasında yaraları yüzünden can veriyor. Dahası, yarım milyon Müslüman sivil de hastalık ve açlıktan ölüyor. Tüm bunlara bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğu'nun, "cephede ölen/cephe gerisinde ölen" oranlamasında, savaşa giren ülkeler arasında en kötü durumda olduğu ortaya çıkıyor.
Kısacası I. Dünya Savaşı, Osmanlı ahalisinin tümünü vurmuş bir felaket ve Ermeniler de bundan paylarını almış durumdalar.
Sistemli imha politikası yoktu
Tehcirin aslında "imha etme" amacı taşıdığını savunan Ermenilerin vurguladığı bir nokta, sürülenlerin çetin bir coğrafyaya yaya olarak gönderilmiş olmaları. Ancak Lewy, bunda bir kasıt olmadığını, çünkü o dönemde Doğu Anadolu'da zaten başka bir ulaşım imkanının pek bulunmadığını söylüyor. Dahası, şöyle diyor:
"Doğu Anadolu'da zaten demiryolu yoktu. Başka yerlerde ise, Bağdat demiryolunun asker ve mühimmat taşımaktan dolayı son derece dolu olmasına karşın, sürülen Ermenilerin tren bileti almalarına izin verildi ve söylece sürgün sürecinin zorluklarının bir kısmından kurtarılmış oldular. Eğer amaç, sıkça ileri sürüldüğü gibi, sürülenleri ölene kadar yürütmek ise, neden bu ceza hepsine uygulanmadı?"
Ele alınması gereken bir diğer soru da, sürülen Ermenilerin yol boyunca uğradıkları saldırılar. Özellikle de daha önceden Ermeni çetelerinin saldırılarına uğramış olan yerel Kürt ahalinin ve Kürtler arasında kurulu olan Hamidiye Alayları'nın Ermeni kafilelerini vurdukları biliniyor. Ancak Lewy, bunun Osmanlı hükümeti tarafından planlanan sistemli bir katliam olmadığını, daha ziyade yerel düzeyde geliştiğini vurgulayarak şöyle diyor:
"Ermeni nüfusunun başına gelenlerde farklılıklar vardı. Sürgünlerin çoğu kendi başlarının çaresine bakmak zorunda bırakılır ve çoğunlukla da açlıktan ölürken, bazılarına şurada veya burada yemek verildi. Kafilelerin yanında giden bazı jandarmalar onları Kürtlere bıraktı ve yağmalanıp öldürülmelerine izin verdi, ama bazı jandarmalar da göçürülenleri korudu. Bazı yerlerde tüm Ermeniler sürüldü, bazı yerlerde Protestan ve Katolik Ermenilere dokunulmadı (sadece Gregoryen Ermeniler göçürüldü). Göçürülenlerin bazıları vardıkları yerlerdeki zor şartlara isyan ettiler, ama bazıları kendilerini işlevsel zanaatkarlar ve tüccarlar olarak kabul ettirip hayatta kaldılar.... Hem uygulamada hem de sonuçta ortaya çıkan tüm bu farklılıkları, toplu imhaya yönelik bir program olduğu fikriyle bağdaştırmak zor gözüküyor."
İnsancıl bir göç hedeflendi
Guenter Lewy, tüm bunlara ve daha pek çok tarihsel kanıt, anı ve dokümana dayanarak, Osmanlı hükümetinin tehcir kararını Ermenileri yok etmek için değil, Doğu Anadolu cephesini korumak için aldığı sonucuna varıyor. Dahası, hükümetin aslında tehcir sırasında yaşanan Ermeni katliamlarını ve insani trajediyi engellemek için çaba gösterdiğini belirterek şöyle diyor:
"Dokümanter kanıtların işaret ettiği, Osmanlı hükümetinin düzenli bir sürgün işlemi yürütmek istemiş olduğudur. Hatta görece olarak insancıl bir sürgündür bu; pek çok resmi emirde sürülenlerin korunması ve onlara merhametli muamele edilmesi istenmiştir."
Kısacası Lewy'e göre trajedinin nedeni, imparatorluğun zaten perişan durumda olması, Anadolu'yu vuran kıtlık ve salgın hastalıklar ve bir de daha önceden Ermeni çetelerinin vahşetine maruz kalmış yerel ahalinin intikam hissiyle gerçekleştirdiği saldırı ve yağmalardır. Bu sonuncu unsur, Ziya Gökalp'in 1919 yılında İngilizlerin İstanbul'da kurdurduğu mahkemedeki yorumunda da geçer. Gökalp'e göre yaşanan "kıtal" yani öldürme değil, "mukatele" yani karşılıklı öldürüşmedir.
Türkiye için şans
Gökalp'in açıklamasının aradan neredeyse bir yüzyıl sonra Bernard Lewis ve Guenter Lewy gibi saygın Batılı akademisyenler tarafından paylaşılıyor olması ise, Türkiye için bir şans. Türkiye'nin bu şansı iyi kullanması, soykırım iddiasına karşı "hiç bir şey olmadı" demek yerine, Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı büyük trajediyi kabul etmesi, hatta acılarını paylaşması, ama bu olayın gerçek tablosunu akademik bir ciddiyet ve medyatik bir etkiyle bir ortaya koyması gerekiyor.
Hiç gerekmeyen, hatta kesinlikle kaçınılması gereken ise "düşünce polisi" gibi davranmak: Farklı görüşler ileri sürenleri yargılamak, konferanslarını yasaklamak veya yumurta yağmuruna tutmak... Eğer bunlarda ısrar edersek, tartışmada haksız duruma düştüğümüz gibi, "barbar Türkler" imajını da bizzat kendi elimizle gerçeğe dönüştürmüş oluruz. Türkiye, bundan daha iyisini hak ediyor.